Mehmet Sahbudak Video Klip Eğlenceye Dair Her Şey
  Öykü
 

Sen benim yerimde olsan içmez miydin?'
 
Cumhuriyet Bayramı'nı her zamankinden daha büyük bir coşkuyla 
kutlarken, yaşanmış müthiş bir olayı hatırlatmak istedik...


İŞTE O MÜTHİŞ ANI


Altlarında, Nuri Conker'in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu 
akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece'ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
 takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış, 
toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, 
bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa 
yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?"

Köylü isteksiz konuştu:

"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin
 acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti 
esirgedi."

"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu.
 Öküzün yok mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle 
şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... 
Onun işi bu değil mi?"

Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın
 tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.

Kestirip attı:

"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük.
 Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

Atatürk sordu:

"Adın ne senin Ağa?"

"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."

"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa'ya çıkmış."

"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime
 göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. 
Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa 
var bilir misin?"

"Bilmez olur muyum, beyim?"

"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne 
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona... Herhalde çaresini bulurdu."

"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, 
tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, 
koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona 
halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi

"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın 
önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

"Sen ne diyorsun bey?" dedi.

"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber 
gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden 
başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk'ten
yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına 
gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk 
köylünün omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.

"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. 
Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil 
hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.

"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda 
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir
keder vardı.

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple
çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.."

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

"Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini 
telefonla bulacaksın!..

Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ 
ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."

Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:

"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim 
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, 
sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan 
al getir buraya."

O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, 
milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş 
konuk vardı.

Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl 
davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.

Atatürk "Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında 
oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan
 dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı.
Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, 
"Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına
 tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

Nuri Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki
 sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte
nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift 
sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile 
konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben 
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini 
olduğu gibi tekrarlayacak."

Halil Ağa'ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Senin
açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan 
sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi 
ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini 
aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün
yok mu senin?"

Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk 
önledi:

"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."

Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan
konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu 
değil mi?"

Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine
bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi 
duyurabilir miyiz ki..."

"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri,böyle mi 
dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, 
vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle."

Halil Ağa kekeleyerek konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. 
"Kusura kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık 
sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim:

Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor, Florya Köşkü'ne 
iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona. Herhalde
bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü 
yanacağız!.."

Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne 
dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."

"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine
getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, 
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi
dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.

Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin
içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"

Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa 
Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, 
yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını 
kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın
gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk 
konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla
üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu 
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, 
ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler 
diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl 
neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzaya
gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan 
senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet 
elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek 
yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir 
vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... 
Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana 
sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... 
Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça 
söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak 
için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da 
içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini 
Halil Ağa'ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, 
sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, 
eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu.
Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:

"Yunan'ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi 
bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... 
Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk'ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca 
tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk'ün ellerine 
sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik 
olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. 
Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, 
sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı 
kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, 
siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin 
karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten
ayıramıyordu:

"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da 
bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. 
İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket 
çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun 
doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl 
bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun 
Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu 
çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

 

ANASAYFA<<-
 
 
  BUGÜN 20718 ziyaretçi (50250 klik) kişi burdaydı! 2007©Copyright by sahbudak®  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol